21 Aralık 2010 Salı

La critique est aisée, l'art est difficile

Çok uykum var, gece yatmaz sabah kalkmaz bir bünyeyim. iş yerinde klavyenin üstünde suratımda harf izleri sızmak istiyorum.

kolay kolay şu yarışma programlarını seyretmiyorum. kesinlikle sorular kötü, sunucu başarısız diye değil. tamamen sıkılgan yapıya sahip olmamdan kaynaklanan bir aktiflik bir de öyle şeyleri sevmiyorum ya bayıyorum işte. hadi cevabı gelse de öğrensem mantığı var bende, bekleyemiyorum. bu nedenle testlerde başarılı değilim, okuduğum an hemen cevaplayıp geçeyim istiyorum.

bu yarışmalar bilgi veya şans türünde oluyor. o şans olanlarına hiç tahammülüm yok adam para kazanacak diye ben niye onu izliyeyim. ha diğerinde de bişi mi öğreniyorum? yoo ne alakası var tamamen diğeri gibi insan tepkileri izleniyor. ayrıca bu insanlara, ne kadar abbuk sabbuk uzuuun uzuuunnn konuşursan o kadar kardır bizim için diyorlar di mi? bi bilen bana bunu söylesin. çok konuş, uzat, dramatize et, gittikçe saçmala deniliyor di mi?

hadi şans yarışmalarında hayatını anlat ama bilgi yarışmalarında ne halt etmeye laflar geveliyorsun. bu taa kim milyorlar ister adlı programın beni ifrit etmesinden gelen bir miras sanırım. orada insanlar lafı uzatmak için ya da aslında salak değilim cidden biliyorum şu an takıldım sadece demek amacıyla diğer şıkları bize, sunucuya, tüm dünyaya açıklayarak kanırtmak suratıyle sinirleimi zıplatırlardı. o davranış tam bir ülke geleneği olarak oluştu olgunlaştı yapıştı kaldı. bir de öyle saçma açıklamalar yapılıyor ki şıklar hakkında saç baş yoluyorsunuz. sinir oluyorum ya, dayanamıyorum zaten en çok 1,5 soruya hücrelerim katlanabiliyor. mesela şıklar orhan veli, cahit sıtkı ve cemal süryya olsun.

-yarışmacı: şimdi sorunun cevabını tam bilemiyorum ama, hımm bildiğim kadarıyla orhan veli başını çarpmıştı, cahit sıtkıya kısa boylu derlerdi,cemal süreyya da kırmızıyı severmiş. hımmm ben de kırmızı renge bayılırım. biliyorsunuz kültürümüzde kırmızının yeri de ayrıdır. hem taşrada hem merkezde kırmızı renge her zaman özel bir önem atfedilmiştir. merkez zaten ülkemiz coğrafyasında hep kilit rölü oynamıştır. ne güzeldir uygarlıklar. sabah kalktığımda bu saten elbiseyi sevmemiştim, kırmızı gömleğimi giyecektim evett cevabım cemal süreyya o yüzden.

-ben:hönk?! 

bu ne ya, cevabı ver sus ya da bilmiyorum atıyorum iki sorudur a şıkkını seçiyorum hiç sevmem üst üste gelen şıkları c diye atıcam bu sefer de, herkes rahatlasın

16 Aralık 2010 Perşembe

hayat bir göbüş yığınıdır

ben çevremdikileri genellerim, kendim hariç herkes genel ben özelimdir (herkes için öyledir aslında).

bundan önceki yazıyla bağlantılı olduğunu fark ettim, başkalarında gördüğüm ve beni rahatsız eden hiç bir şeyin benim başıma gelmeyeceğine dair saçma bir inanışım var. asla o kız gibi kötü görünmeyeceğim o çizmelerle, zaten ben öyle çirkin giyinmem, asla saçım şu diğerininki gibi abuk bir şekil alamaz, benim makyajım asla şu arkamda kalan hatun gibi yüzüme gözüme bulaşamaz, dişimin arasında maydanoz kalmaz. asla rutin bir hatayım olmayacak herkes gibi, asla eve 6 da girip bir daha bar yüzü görmemezlik yapmayacağım gerekise sonuna kadar eğleneceğim, asla diğer evlenen arkadaşlarım gibi evdeki ütü muhabbetini mobilya çatlaklarını sohbet konusu yapmayacağım, asla evlenince kocamı bunaltmayacağım, asla sıradan şeylerden kavga etmeyeceğiz, asla sevdiğim insanın kendi alanına müdahele etmeyeceğim, asla diğer kadınlar gibi kapris yapıp mızmızlanmayacağım, asla çocuğum şu alış veriş merkezinde gödüğüm gibi şımarık olmayacak, kendini yere atıp bağırmayacak, asla annemle babam gibi olmayacağım, asla annem gibi olmayacağım...

bunlar aslında büyük konuşmak diye de tanımlanabilir. çevredekileri genellersiniz, onlar onlardır. kendinizi farklı hissedersiniz. siz herkes misiniz canım??? sonra onların hatalarını yapmayacağınızı ya da o şartlarda öyle davranmayacağınızı kendinize söylersiniz. yani büyük konuşursunuz.

televizyonda gördüğünüz kötü şeyler sizin başınıza gelmez, yakınınızdaki sevdiğiniz insanlar hep başkalaırndan dinlediğiniz korkunç hastalıklara yakalanmazlar, sizin canınız acımaz.

o iş öyle olmuyor.

sevdiğiniz adamla en abbuk şey için kavga edip en sıradan çift siz oluyorsunuz, iş yerinde hata yapıp gözden düşen siz oluyorsunuz, hayatınızı tamamen bir kısır döngü sıkıcılığına bindirip rutinin en baba göstergesi haline geliyorsunuz, anneniz gibi davranıyorsunuz, ne kadar gıcık olduğunuz anne davranışı varya hepsini nasıl bünyenizde barındırdığınızı fark ediyorsunuz, o çok korkunç hastalığın babanızın başına geldiği gerçeği yüzünüze çarpıyor, sıkıcı bir insan oluyorsunuz...sıradansınız sizde.

işte bunu fark ettiğim zamanlarda ışığım sönüyor, sıradanlık kıyafetini fark edince böyle bi soluk oluyorum. kendi dünyamdaki baş rolümü bile kaybediyorum.

13 Aralık 2010 Pazartesi

lolipop

büyüyünce nur sürer ya da sumru yavrucuk olmak istiyorum. yaşımı aldıkça çekici olmak istiyorum. gördüğüm tombik kadınlara bakıp böyle olmayacağım hep kendime bakacağım diyorum.

otuzumdayım ama taş gibi değilim. şu gizemli güzel blog sahibeleri gibi baş döndürmüyor, yoldakileri kendime baktırmıyorum. ayrıca mini etek giydiğimde kaslı bacaklarımla okan buruk'u andırdığımı düşünüyorum. (oynasam oynardım ya gençlerde falan)

ama yapmıyorum. hep erteliyorum. cepten yiyorum, daha önce yaptığım spor aktivitelerinin ve genetiğimin sınırını zorluyorum. çok yiyorum, vakitsiz yiyorum, zararlı şeyler yiyorum. sonra yatıyorum zıbarıyorum tv izliyorum. hep yarın sabah yürüyüşe başşşşşlıcam evet evet kesinlikle deyip sıcacık yumuş yumuş yatağımı terk edemiyorum.

yok fakat hayır ama, o yolda gördüğüm teyzelere olanlar benim başıma gelmez, ben büyüyünce çok çekici kalacağım, kaya gibi küre dağları gibi taş olacağım

poff canım nasıl da bişiler yemek istiyor

yarın kesin yürüyüş yapacağım

tamam yarın olmasa da şu iş gezisinden dönünce

en kötü yeni bir seneye başlarken rejim yaparım

yani eninde sonunda müdahelede bulunacağım, bir gün, umarım

demek ki dana gibi hatunların "ay ben gençliğimde serçe barnağım, kurşun kalemim gibiydim aaah aaah, evlenmeden önce 50 kiloydum" demelerinin nedeni izlediğim doğal yol haritası. imdaaaaaat 

8 Aralık 2010 Çarşamba

suddenly I see why the hell it means so much to me

ben kafası ve odası ve masası ve bir sürü şeyi çok dağınık olan biriyim. ama her şeyin içinde kendi düzenim var. ve o dağınıklığımın içinde garip kategorilerim var, önemli şeyler tarafına yaklaşınca hissettiklerim farklı oluyor, önemsiz ıvır zıvırın yanında olduğumda farklı hissediyorum. yığınlarımın neyden yapıldığını biliyorum hangi çorap hangi elbisenin altında onu da hatırlıyorum.

bu dağınıklığın yanında acayip titizim. temizlik zaten psikopat olduğum bir konu.hoş dağınıklığımın kaynağının temizledikten sonra düzene koy mantığı olduğunu düşünüyorum. temizlik tamam eyvallah ama düzenimi oluşturduğumda yere düşen bir kalemcik kelebek etkisiyle tüm mükemmelliğimi bozuyor. o andan itibaren hiç bir şekilde düzenin önemi yok benim için (ama valla pis değilim valla bak)

neyse, bundan daha beter bir saklama huyum var. işte sorun burda baş gösteriyor. hayatıma yeni girmeye başlamış önem derecesi daha farklı şekilde ölçülen (mesela benim için minyatür oyuncaklarım çok önemli ama dışarda kimse yüzüne bakmaz) eşya, evrak vs. şeylere karşı bir  sorumluluk ve ya çalınırsa tırsaklığını taşıyorum. bu nedenle kendimce çok gizli yerlere onları saklıyorum. o kendimce gizli yerler gerçekten kendimce gizli, çünkü bulamıyorum. hatırlamıyorum ve bulamıyorum. öyle tencere içi elbise arası falan değil. ciddi ciddi evde arkeolojik kazı yapılmasını gerektiren tuhaf yerler buluyorum. şu an evin içinde saklayarak kaybettiğim gayet değerli ve önemli şeyler var. 6 aydır kendilerinden haber alnamıyor. en son pasaportumu sakladım ve bulmam bir kaç günümü aldı  ^_^ tabi şimdi uzaklarda bir duygu gibi bana, hatta komik geliyor. ama kendime hiç bu kadar küfrettiğim bir zamanı hatırlamıyorum

6 Aralık 2010 Pazartesi

hayat ne güzel kuşlar böcekler vapurlar falan

asansörler dünyamın en önemli ulaşım araçları, çünkü benim dünyam yüksek bir binanın tepesinde. bu nedenle gün içinde bir kaç kez dikey olarak yol katediyorum, kilometre yapıyorum. zaten kaç modelim bakımı var tamiri var bunun.

neyse, bence asansörün bazı kuralları olmalı. öncelikle kafası kocaman olan saçları kabarık ve poposu büyük teyzeler ayrıca bir özen göstermeli. hayır o kafa kime çarpar, o saçlar kimin ağzına girer insan bi düşünmeli! durmalı ve düşünmeli ya...popoyla kendine yer açmalar esnasında kimin cıvkı çıkıyor, kim eziliyor düşünülmeli. bir de bu asansör kültüründe arkadakine sırtını dönüp kafayı yukarı kaldırmak var. (şimdi düşününce zaten bir asansörde 20 kişiden fazla oluyoruz, yüzyüze burun buruna da hiç hoşuma gitmedi) bir de önden birileri inerse ortalardakiler en arkada sıkışan zavallıları unutup boşluklara ilerlemeyerek arkada kalanın canı çıksın, kolstrofobisi tavan yapsın, çıldırıp "inceeeem" çığlısı atsın diyenler, demeseler de neden olanlar olabiliyor. medeni asansör hatayı talep ediyorum

2 Aralık 2010 Perşembe

blog niye yazılır?

sıkılınca bunalınca benim gibi sıkılıp bunalanların olduğunu bilip rahatlamak için yazıyorum sanırım.

ama daha da önemlisi deli olduğumu itiraf etmek için...yahu kafamda konuşup duracağıma şu aleme mesaj göndereyim diyorum. mesaj dediysem derdim kimseye bilgi vermek değil hepsi kafamdan geçenler, gözümle gördüklerim ve popomdan uydurduklarımdan ibaret.

hani pete ve pete'de (nickelodeon'da çıkan abbuk sabbuk iki  kardeşin hikayelerini anlatan çocuk dizisi) radyo frekanslarının yıllarca varolup, uzayda dolaştığına dair bir bölüm vardı. 60lardan kalan bir ses kaydını dinleyebiliyorlardı ve fikir bu seslerin uzayda sürekli dolaştığıydı. işte benim de derdim bu sesim internet aleminde dolaşsın dursun.

daha şu nalet sistemi kullanmasını da bilmiyorum, bir nevi cücük bir nevi acemi konumdayım

günlük tutmayacağım ama gün be gün gıcık olduğum şeyleri yazacağım
oooh içim rahatlasın ya